7 Mayıs 2007 Pazartesi

"Işık ve zamanın takipçisi"

Emre Koyuncuoğlu'nun Hakan Akçura'yla yaptığı, 1 Kasım 1995 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çok az kısaltılarak yayınlanan röportajın tümü:
Hakan Akçura'nın sunacağı "Pencere" isimli proje bir fluxus sanat etkinliği niteliğinde


IŞIK VE ZAMANIN TAKİPÇİSİ

Hakan Akçura, 4. Uluslararası İstanbul Bienali'ne katılan en genç sanatçılardan. Diploma sergisine 15 resim yerine 150'yi aşkın sanat nesnesiyle katılan ve sergisi "yeterli" bulunmayıp, sanatsal tavır farklılığından dolayı değerlendirmeye alınmayan Hakan Akçura, projelerine güvenerek, Bienal'e başvurmuş. Block'un "Sanatçının etiketini değil, projesini seçeceğiz" görüşüne karşılık, Bienal'e üç proje sunmuş ve bir süre sonra "Pencere" isimli projesiyle davet edilmiş.

4. Uluslararası İstanbul Bienali'ne "Pencere" ismini koyduğun bir proje ile katılıyorsun. Çıkış noktan neydi?

Bir yıl kadar önce, arkadaşımla, önce atölyemin yeraldığı eski bir yapının çatısında, daha sonra hoş bir çalışma masasının iki yanında süren uzun bir sohbetten doğdu... Işık üzerineydi. Ben birkaç yıldır çalışmalarımda, “günlük yaşam etkinliklerinden sanatsal kurgu/form üreterek, geleneksel sanatın referanslarını bu zeminde sorgulamayı hedefleyen” bir yaratım ön-cümlesiyle yola çıkıyorum. Bu yolaçıkışta, çocukluk oyunlarımız, içimizdeki takip duygusu, çağrışım, benden önce üretilmiş imajlar, konuyu, duyguyu ya da doğrudan yaratımın nesnesini belirleyebiliyor. Işık, bunların çok önemli olanlarından ve bu seferki çıkış noktam...

Bienal'in genç sanatçıları arasında yer alıyorsun. Kısa film ve resim alanında çalışmalarının olduğunu biliyorum. Tüm bu farklı sanatsal anlatımları gözönünde bulundurarak, görselliğin en temel ögesinden, ışıktan yola çıktın diyebilir miyim?

Evet. Günlük yaşam etkinliğimiz içinde ışık dolayımlı yaşananlar oldukça fazla yer tutar. Işığı aslında, “yeni” ile karşılaştığımızda daha çok farkederiz. Işığın bizim için “bildik” olan görünümler, nesneler, özneler üzerindeki yolculuğu ise es geçmeye alıştığımız bir şeydir. Oysa her gün gözümüz önündeki her şey, her yeni ışıkla, farklı bir görünüme kavuşur. Bir kapı açılır, çamaşır asılır, bir kadın saçlarını kurutur, hep orada görmeye alıştığımız bir nesne yer değiştirir,
perde kapanır, içeride küçük bir gece lambası yanar, bir diğer evdeki ışık ansızın baktığımız eve yansır.

Peki ışık, "Pencere"de nasıl yansıyacak?

Yüzlerce pencereye bakan bir evde yaşıyorum. Uzun bir zamanı üzerinde geçirdiğim bir balkonum var. Gördüğüm tüm yapılar üzerinde ışığın yolculuğunu izlememi sağlayan geniş bir gökyüzü parçası bana eşlik ediyor. Zaman, nasıl yaşandığına bağlı olarak kısa ya da uzun akabilir, biliyorum. Meraklıyım, izliyorum. İzlediğimi seçiyorum. Giderek baktığım yerde akan ışığın, zamanın öyküsünü kuruyordum. Giderek bir balkon kapısını, bitişik duvarını, bu duvar üzerindeki küçük bir pencereyi, yanındaki su borusunu içeren bir çerçeveye daha çok zaman ayırıp, oradaki ışığın ve
zamanın takipçisi olmaya başladım. Yüze yakın ayrı zaman ve ışıkta bu çerçevenin fotoğrafını çektim; o ışık ve zaman parçalarını belgeledim. Evdeki hayatı deşifre etmemeye, plastik tadın takipçisi olmaya özen gösterdim. 48’ini seçtim. Bilgisayara bu görüntüleri yükleyerek, her görünümün baskın ışığını öne çıkaran özel bir efekt uyguladım. Elimde artık aynı çerçevenin 48 ayrı ışığının ve zamanının 48 ayrı görünümü vardı. Bunların herbirini 48 eşit parçaya böldüm. Herbirinden ayrı bir parçayı alarak oluşturacağım ve 48 ışığın- zamanın birlikte yeralacağı yeni çerçeve Bienal’de sunacağım son sanat nesnesinin konusu.

Bir anlamda bir ışık yolu ya da yolculuğu üretiyorsun...

Evet. 48 ayrı tuvale akrilikle yapılacak 48 resmin oluşturacağı, 5 metreye 3.20’lik tek bir sanat nesnesi... İzleyenlerin, isterlerse benim seçimlerimle çatışabilmeleri için, bu bir tür sanat-oyuna katılabilmeleri için ön belgeleri de sergileyeceğim.

Neden sürekli 48 sayısı ile karşılaşıyoruz?

Önce kendiliğindendi. Bölümleme sonunda ulaştığım oranın, altın orana en yakın olmasıydı neden; tuvaller, 50X65 cm. boyutunda... Sonra seçimlerimi etkiledi; göreceksiniz, 24 dolayında günışığı, 24 dolayında da gece, gece-öncesi ve
gece-sonrası ışık yeralmakta. Sonuçta, 24’ün katı olduğu için de bağlandım bu sayıya.

İstanbul Bienali'ne katılımın nasıl gerçekleşti? Hiç sergi açmadın. Değerlendirmeye nasıl aldılar seni?

Fluxus’un mimarlarından, Beuys’un arkadaşı ve destekçisi Rene Block’un sanat yönetmenliği ile bu bienalin niteliği örtüşecekse bu benim için çok önemliydi. Haber yolladım. Bir diploma öğrencisiydim. Diploma sergim, sanatsal tavır farklılığından dolayı değerlendirmeye alınmamıştı. Katıldığım iki karma sergi dışında düzenlediğim kişisel bir sergi yoktu. Ama projelerime güveniyordum; Bienal’e başvursam herkes kadar şansım olacak mıydı? Bu özelliklerimle, Türkiye sanat ortamın dinamiklerinin belirlediği herhangi bir etkinliğin düzenleyicisine asla soramayacağım bir soruydu sözkonusu olan. Cevabı çok netti; o, sanatçının etiketini değil, projeyi seçecekti. Ama böylesi sanatsal dizgesini izleyemediği bir sanatçı, tüm potansiyeli ve geri planını katacağı “güçlü, özgün ve nitelikli” bir proje sunmalıydı. †ç proje sundum. Kapsam, kavram ve teknik olarak farklı referanslara dayanan ve bence oluşturduğu toplam Hakan Akçura’ya ulaşılmasını kolaylaştıran... Ü ç buçuk saat üzerlerinde konuştuk. Bence çok gerekli olan sorular soruldu, çok tartışılası olan şeyler tartışıldı. 9 yıl öğrenim gördüğüm fakültede, hiçbir sanat etkinliğim üzerinde hiçbir öğretmenimin harcamadığı bir emek bu. Belli bir süre geçtikten sonra da diğer katılımcılarla birlikte, “Pencere” ve ben, Bienal’e davet edildik.

Sanırım projen bütün bu nitelikleriyle bir fluxus sanat etkinliği...


Evet, bence de öyle.

Peki o zaman, 1960'larda dünyadaki sanat ortamı için bir devrim Fluxus akımı, Türkiye'de pek yaşanamadı. Dünya plastik sanatının bir bölümü günümüzde bu değişimlerin, bu yaklaşımın üzerine sanatını kurdu. Ve biz bu sanatçıların eserlerini İstanbul'da göreceğiz. Sence bu değişimleri yaşamamış bir toplum olarak İstanbul'da gerçekleşecek olan Bienal ya da ilk kez toplu halde sergisini gördüğümüz Fluxus akımı Türk insanının her zaman karşılaştığı "parça parça ama özümsenmeden yaşanmışlıklardan" biri daha olmayacak mı?

Uzun bir tartışma konusu olabilecek bir soru bu... Bence bu tartışma gerekli de. Kısaca şunu söyleyebilirim: Fluxus sanatı, sanat nesnesi ile izleyici arasındaki boşluğu ortadan kaldırmayı hedefler. Dahası, izleyeni ve etkinliğini sanat nesnesine katar. Bunu yapabilmek şaşırtıcı, şakacı, oyuncu, ama bazen de bilge olabilmeyi gerektirir. Hangi zamanda, nasıl olursa olsun konusu, insan etkinliğinin en temel nitelikleridir. Yani bence, becerilebilirse cevabım: "olmayabilir".


Sence Bienal, Türkiye'deki plastik sanatlar alanına bir farklılık getirecek mi?

Bunu cevaplamadan önce, bulunduğumuz koşulları bir gözden geçirelim. Akademi, tarihinin belki de en kötü döneminde. çağdaş sanat düşmanı bir anlayış, resim bölümünün yönetiminde. Tasvirci pentür resmi dışındaki tüm sanatsal yaklaşımlara “saçmalık” diye bakan gerici bir anlayış. İlginçtir, bugünlerde tümüyle varolan öğretim elemanlarının kim olduğuna bağlı olarak ufuk katıcı, özgürleştirici bir eğitim veren bölüm, seramik bölümü. Benden on beş resmin istendiği ve benim 150’yi aşkın sanat nesnesiyle katıldığım diploma sergimi “yeterli bulmayıp, değerlendirmeye almayan” anlayışla ise ilginç bir diyaloğu çok yakında yaşadım. “Almanya’da Fluxus: 1962- 1994” sergisinin açıldığı gün, AKM’nin Büyük Salon’unda gezerken Resim Bölüm Başkanı yanıma gelip, “n’aber asi çocuk!.. ne zaman çıkacaksın?” diye sordu. 6-7 aydır ilk karşılaşmamızdı. “Bienal’e mi?” dedim. “Hayır, Diploma’ya...” “Herhalde sizler yönetimden uzaklaştığınızda”, diye cevap verdim. “Haaa...” dedi, “demek sen bunu bir reklam aracı yapacaksın.” Hiç aklıma gelmemişti, “Sadece sorunuza cevap verdim”, dedim ama sonra üzerine düşündüğümde şunu anladım ki, Resim bölümü yönetimi artık onlardan diploma alabilmiş olmanın -ne yazık ki- kötü bir referans olabileceğini benden önce anlamıştı. MS† GSF, tüm sanatsal disiplinlerde, çok boyutluluğu, yetkinliği, özgünlüğü ve niteliği öne alacak demokratik bir eğitim anlayışı ile uluslararası sanat ortamındaki saygınlığını yeniden kazanmalıdır.


Neyse, gelelim galerilere; “piyasa”nın kurallarına itibar etmeyen birkaçı dışında tıkanmış durumdalar. Geleneksel duvar resimlerini yapacak genç bulmakta zorlanıyorlar. Sanatsal üretkenliği, bir çoğaltım mantığına dönüştüren onlarca ressama ve işlerine, saygı duymaya duymaya yer veriyorlar. Fuar, tek umutları... Altan Gürman, Altan Adalı ve sanat ortamının riya dolu işleyiş kurallarına rağbet etmeyen nice değerli sanatçının unutturulmaya çalışıldığı, Şükrü Aysan’ın, öğrencileri profesör olurken kenarda duradursun mantığıyla bir uygulama atölyesinin başında tutulup kariyerinin ısrarla yükseltilmediği, öncü sanatçıların, Adnan Çoker’in, Özdemir Altan’ın herhalde dişe dokunur zerafette, saygınlıkta bir sanat meclisi bulmakta epey zorlandıkları bir ortam... Dedikodunun, gösterinin, ucuzluğun at koşturduğu bir ortama bulaşmak istemeyen bir dizi çağdaş sanatçının, bulundukları noktaya gelmek için çok ödün vermek, üzülmek, beklemek durumunda kaldıkları yorucu serüvenleri...


Son yıllarda gerçekleşen birkaç etkinlikte farklı bir sanatçı grubunu, yeni yeni de olsa, toplu halde görüyoruz.


Çok farklı disiplinlerden 230 genç sanatçının “Genç Etkinlik: Sınırlar ve Ötesi” başlığıyla çoğu yerleştirme ve etkinlik olan işlerini buluşturdukları çok umut ve heyecan verici bir sergi... Deneysel tiyatroların uluslararası buluşmaları... Şaşırtıcı nitelikte ve özgünlükte kısa metraj filmler... Varolan kurumların hiçbirine dahil olmadan birbirlerine, etkilenmek, öğrenmek, buluşmak, üretimlerine ortak kılmak için ulaşmaya çalışan sanatçılar...

Bienal doğal olarak bu durumun tam ortasına düştü. Buralarda pek alışıldık olmayan bir özenle, nitelikle, emekle... Hangi sanat etkinliğin düzenleyicisi şimdiye kadar, belki aslında bana ulaşamayanlar vardır diyerek atölye-atölye gezdi? Sadece doğum tarihleri, doğdukları ve yaşadıkları kentler ile, bir de en önemlisi sergileyecekleri işlerin sentezini vereceği “paradoksal bir dünyadaki” yönelimleriyle ve sadece bununla kodlanan sanatçıların “buluşması”ndan kim böylesi bir medet umdu? Bienal, tek tek insanların sergileyeceği ve beni şimdiden heyecanlandıran “iş”lerin ötesinde, toplu bir sanat etkinliği olma durumuna ilk defa ulaşıyor bence. Verili “geleneğin” belirlediği seçkinciliğin değil de,
özgünlüğün, niteliğin öne alındığı bir yeni sanat ortamının doğum sancısı, belki de bu bienalle artacaktır. Umudum, isteğim bu. Bence sanat potansiyeli herkesin içinde vardır. Bunun kışkırtılmasını isteyen, edilgen izleyici olma konumundan sıkılan tüm sanat dostları bize katılmalıdır. Biz, -diğer davetli arkadaşlarım da aynı düşüncededir- aramızda buluşuyoruz ve bundan çıkacak olan şeyi merak ediyoruz. Bence bu bienal, olması gereken eşiğin önadıdır.

Foto: Nedim Malçuk (üsttekiler), Yeşim Bilge (alttaki).


Süreç

Seçilmiş 48 fotoğraf

Seçilmiş 48 fotoğrafın her birinin 48'de birini birleştiren dijital kurgu

Pencere

Pencere, 48 tuval üzerine akrilik, 520 x 300 cm., 1995